İznikli Leylek
Dili biraz
kesilip törpülenecek olsa, saksağanın papağandan çok daha güzel konuşacağı rivayet
olunur. Böyle bir ameliye
geçirmiş, kusursuz diksiyonlu bir saksağanın, televizyonda Amerikan millî
marşını söylediğini herhâlde gazetelerde okumuş olacaksınız.
Saksağanın
konuşup konuşmaması beni
pek o kadar ilgilendirmez ama, bakınız leylek ifade verecek olsa ona sorulacak
iki önemli sualim var: Evvela dini ve dünya görüşü hakkında:
Hacı leyleği,
biz kuşların en müslümanı biliriz. Acaba gerçekten öyle mi? Ermişlerle sihirli
bir ilişiği olduğuna delil olarak türbeleri, tekkeleri bekleyişi gösteriliyor.
Hacılığı ise, bilindiği gibi güneyden gelişinden, bir de, dinî anıtları tepeden
tavaf edişinden kinayedir.
Ama ben leyleklerin Süleymaniye’yi olduğu kadar, Köln katedralini de aynı huşu ile tavaf ettiklerini
gördüm. Bu hesaba göre, oradakiler Protestan, Saint-Pierre üzerinde dolaşanları
Katolik, Trafalgar Meydanı’nda uçuşanları emperyalist, Kremlin kulelerine
konanları da komünist mi sayacağız?
Biri
çıkıp da, “Leyleklerin böyle dinle, ideoloji ile pek alışverişleri yoktur.
Onlar sadece, sanat meraklısı kuşlardır. Eli rehberli Amerikan turistleri gibi,
geldikleri şehrin önce tarihî anıtlarını ziyaret ederler” dese, herhâlde akla
daha yakın bir laf etmiş olur.
Bir
veteriner ahbabım, anıtlar etrafındaki bu acaip dönüşün hikmetini, sırf
leyleklerin kendilerine yukardan kolay görünen nirengi noktaları aramalarında buluyor.
Peki
ama o zaman leyleklerin Emir-Sultan, İsabey, Eyüp Sultan gibi koyu Müslüman
yerleri sevişlerini nasıl izah etmeli… Hele Eyüp’ü… İstanbul semtlerinin her
birine bir arma seçilecek olsa Eyüp’ünkünde muhakkak bir leylek resmi
bulunurdu. Bulunmalıdır da. Her sonbahar, leylekler göç ederken içlerinden en
yaşlı birini Eyüp’e bırakmalarını, oralılar kendileri için büyük bir teveccüh sayıyorlar. Bir Eyüp’lü
emekli tanırım: “Leylek namaz bile kılar, sen ne konuşuyorsun efendi!” diyor.
Bu, benim hikâyesini
anlatacağım İznikli leylek, namaz kılan soydan değildi. Çünkü Ramazan günü alenen
solucan yiyordu. Zaten hâli, tavrı, yürüyüşü, iki üç adımda bir durup düşünüşü,
dini bütün bir müslümandan çok, şüpheci ve kötümser bir filozofu andırıyordu.
Bu leyleğin ermişlerle değil, her halde Voltaire’ler, Schopenhauer’lerle bir
akrabalığı olacaktı.
Leylek,
ihtiyatlı ihtiyatlı, yolun
bir sağına bir soluna bakındı. Görünürde kamyon, eşek, araba olmadığına kanaat
getirince, gümüş saplı bastonuna dayanarak yürüyen kamburu çıkmış, kadit bir âyan azası misali,
ağır ağır bizim tarafa geçti.
Biz
hanın iç avlusunda, sabah kahvaltısı ediyorduk. Leylek biraz ötemizde güneşli
bir yer seçip, gagası ile, sararmış, tüyleri dökülmüş göğsünü kaşımaya koyuldu.
Kızlardan
biri :
“Ay şu hâle
bakın!” dedi. “Bayılırım şimdi. Bu ne şirin şey bu ayol.”
Hayvanın
sokulganlığından cesaret alan bir başka kız da usulca yanına yaklaştı. Aklınca
yakalayıp onunla bir fotoğraf çektirmek istiyordu. Kız yaklaşınca leylek
havalanmadı, küçük çapta bir devekuşu gibi zıplaya zıplaya uzaklaştı. İşte o
zaman anladık ki: Uçamıyordu. Uçamadığı anlaşılınca bu sefer dört talebe
leyleği dört yandan kuşatıp kıstırmaya kalktılar. Ama avlu girdisini çıktısını
çok iyi bilen hayvan ellerinden kaçıp kurtuldu.
Profesör,
bir türlü yanmak bilmeyen piposunu nihayet ateşlemişti. Bir nefes çekip kibriti
atarken:
“Tuhaf
şey” dedi. “Niye uçamıyor bu hayvan?”
Alman
profesör:
“Her
hâlde ihtiyarlıktan” diye teşhisi koydu.
Kolonyal şapkalı doçent, kamyon
şoförüne sordu:
“Kaç
yaşında var acaba?”
“Yaşlı
değildir o kadar. Siz bakmayın tüylerinin döküldüğüne. Kanadı kırık da ondan
uçamaz fakir. Yavru iken anası yuvadan atmış buncağızı.”
Tezini
mitolojiden hazırlayan gözlüklü bir delikanlı:
“Tıpkı Hephaistos gibi desenize,” diye
söylendi. “Ama pardon, onu anası Hera değil de, babası Zeus atmıştı yeryüzüne.”
Kızlardan
biri, sarı süveterlisi meraklı kalkıp şoförün yanına gelmişti.
“Niye
atmış yavrusunu?” dedi. “Neden atmış kuzum söylesenize?”
“Neden
atacak. Ana leyleğin âdetidir. Üç yavrusu olursa birini yuvadan atar. İşin
kötüsü, düşüp ölmemiş fakir. Telgraf direğine asılı kalıp kanadı kırılmış.
Helvacı Musa çıkıp indirdi. Kanat, vücudundan ayrılmıştı. Sade ufak bir yer
tutuyor. İlkin ölecek sandık. Hikmeti Hüda, iyileşti işte. Ama alil kaldı gayrı. Çırpınır
çırpınır, uçamaz.”
“Öbürkiler
sonbaharda gidince bu ne yapıyor?”
“Ne
yapacak, o gitmez kalır. Hepimizle övür
oldu üç senedir… Uğrunu denemişler, bütün esnaf sever onu. Dükkânlara
girer çıkar. Kışın fırıncılar barındırıyorlar. Yuvarlanıp gidiyor işte.”
Sarı süveterli
kız hala zalim anayı affedemiyordu.
“Ana
leyleklerin hepsi böyle taş yürekli mi olurlar? Neden babası, kardeşleri mani
olmamışlar?”
Fotoğraf
çektirme meraklısı kızın deminki debeleşmede eli sıyrılmıştı. Şimdi parmağının
kanını emiyordu.
“Ah
evladım” dedi. “Çok acıdım doğrusu. Bilsem kovalamazdım. Bak, Allah da razı
gelmedi zaten.”
Leylek,
han duvarının dibinde, sanki kendinden bahsolunmuyormuş gibi, çalımlı çalımlı
dolaşıyordu. Hâlinde, tavrında, sanki istese uçarmış da, şimdilik keyfi yaya
gezmek istediğinden uçmuyormuş gibi bir ifade vardı. Gökyüzünden inmiş olmanın
olanca üstünlüğü ile önünden geçmekte olan bir kediye, bu aşağılık yeryüzü
yaratığına küçümseme ile baktı. Kedi, tssss, diye kabardı. Sonra çardağa
tırmanıp kaçtı, kayboldu. Leylek onu korkutabilmiş olmanın cakası ile çöplüğe doğru yürüdü. Tepemizdeki çınarın yaprakları, ılık
bir rüzgârla tatlı tatlı hışırdıyordu. Bir kuş öttü ve sustu.
Leylek
başını yukarı kaldırmış bakıyordu. Biz de yukarı baktık. Yükseklerden, çok
yükseklerden kendini rüzgâra bırakmış bir leylek, motorunu durdurmuş bir uçak
gibi, sessizce aşağı doğru kayıyordu. Yabancı leylek süzüldü geldi, tam
bizimkinin tepesine yaklaşınca çapkın bir kanat çırpışla tekrar havalanıp
uzaklaştı… Bizim leylek onun arkasından baktı, baktı. Sonra yine çöplükteki
işine döndü. Yarım dakika geçmemişti ki çocuklardan biri:
“Bakın,
bakın!” diye bağırdı.
Deminki
leylek şimdi yine süzüle süzüle iniyordu. Geldi, bu sefer büsbütün alçaktan,
sanki sürtünürcesine bizimkinin başı ucundan seğirtti. Geçerken biteviye gagasını birbirine
vuruyordu. İşte o sırada beklenmedik bir şey oldu. Bizim tüyleri dökük leylek,
şöyle bir davrandı, kanat çırpıp havalanmaya yeltendi. Bütün kuvvetiyle
çırpındı, çırpındı. Ayakları yerden kesilip bir, bir buçuk metre yükseldi de.
Ama hemen akabinde soluna doğru yan yatarak çöplüğe yuvarlanıverdi. Herkes
soluğunu kesmiş, onun hareketine bakıyordu. Sakat kanadı üstüne düştüğünden,
belli bir şey ki canı fena yanmıştı. Buna rağmen hemen kalktı, doğruldu. Birkaç
tüyüne daha mal olan bir çırpınışla üstünün tozunu silkeledi. Sonra hiç
bozuntuya vermeden sanki hiçbir şey olmamış, yürürken ayağı sürçüp de
sendelemiş gibi, sessiz ve onurlu uzaklaştı.
Elini ağzına
tutmuş kibar kibar dişlerini karıştıran bir erkek öğrenci, yalnız
yanındakilerin duyabileceği bir sesle:
“Dişi leylek
moruğu şişirdi” diye mırıldandı. Yanındakiler gülüştüler.
Leyleğin
arkasından bakan Çopur kahveci:
“Yap
numaranı, al paranı” diye söylendi. Hep böyle yapar bu namusuz… Uçamayacağını
bilmediğinden mi? Burada kalabalık gördü ya, sırf kendine acındırmak için. Bak,
nasıl bütün yiyeceklerini veriyor kızlar. Evveli bu, böyle değildi. Esnafla
düşe kalka hinoğlu hinleşti.”
Çopur
kahveci şu kadar yaşına rağmen leyleği, kamyon şoförü kadar bile tanıyamamıştı.
Bu leylek onurlu leylekti baba, ne söylüyorsun sen. Bu leylek acınmaktansa,
ölmeyi yeğ görebilirdi. Yazıklar olsun yahu, biz insanlar, bazen hayvanları
bile kendimiz kadar aşağılık ve kötü niyetli yapabiliyoruz.
Leylekle
fotoğraf çektirmek isteyen kız:
“Hayır” dedi. “Numara filan değildir.
Herhâlde öbür leyleği tanıdığı için uçmak istedi. Belki de o anası, yahut
yuvada kalan kardeşlerinden biri idi. Olamaz mı?”
Kızlardan
sarı süveterlisi, hani şu demin ana leylekleri aşırı derecede taş yürekli
bulanı:
“Hayır
anası olamaz” dedi. “Onda zerre kadar evlat şefkati olsa, yavrusunu yuvadan
aşağı atmazdı bir kere.”
Kolonyal
şapkalı doçent, dizine tırmanmaya çalışan tespih böceğine, bir fiske atıp ayağa
kalktı:
“Ben
“ dedi, “emekliye ayrıldığı için artık uçuş yapamayan bir hava subayı tanırım.
İnanır mısınız, herkes gibi yaya gezmek zilletine
dayanamadı da kahrından hastalandı idi adam. Kolay değil doğrusu, enginlerde
kanat çırpmaya alışık serazat bir
kuşun böyle han avlularında sürünüşü…”
Gezimize
konuk olarak katılan öbür bölümün profesörü:
“Kafese
kapatılan bülbül, uçamayan yaralı kartal… Bütün bunlar az şiire mi konu
olmuştur” dedi. “Söylesene asistan efendi. Senin az buçuk edebiyatçılığın da
vardır.”
“Öyledir
efendim” dedim. “Hakkınız var.”
“Baudelaire’nin
böyle bir şiiri olacak yanılmıyorsam” diye öbür doçent atıldı. “Ne idi bakayım
onun adı?”
Dame
de Sion’dan çıkma bir öğrenci:
“Albatros”
dedi. “Çok güzel şiirdir.”
Ve
genel istek üzerine, şiirin aklında kalan kısımlarını okuyup Türkçeye çevirdi.
Arkeoloji
asistanının da zihnine bir uyanıklık gelmişti:
“Bir
de Nietsche’nin sözü olacak” dedi. “Aklım evet der, gururum hayır.” Yo pardon,
“Aklım hayır der, gururum evet.” Böyle bir şey, buna yakın. Tıpkı onun gibi,
leyleğin instekt’leri evet diyordu,
imkânları hayır.”
Leylek
öyle mi düşünüyordu, böyle mi… Nietsche’ye mi hak veriyordu, yoksa Baudelaire’i
mi sevmişti, bilinemeyecek. Hayvanlara insanca duygu ve düşünceler yormak ne
derece doğrudur, bunu da kestiremiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da uçamadığı
idi. Uçsa öbür leyleklerden biri olacak, dişisini ensesinden ısırıp vuslata
kavuşacak, sonra tatminini bulmuş bütün öbür hışır leylekler gibi kurumlu taktakasından geçilemeyecekti.
Uçabilse öbürlerinden başka bir leylek olamayacak, üzerinde fikir yürütüp,
hakkında hikâye yazılamayacaktı. Kaldı ki o takdirde daha mesut olacağı da
söylenemez. Çünkü, öyle değil mi, yeryüzünde hiçbir şey, istediğini ele
geçirmek kadar hayal kırıcı değildir.
Ben tam bunu
söylemeğe hazırlanıyordum ki, Profesör piposunu ağzından çekip:
“Yeter artık laklakiyat” dedi. “Hadi
gevezeliği bırakın da işimize bakalım.”
Alman
profesör, elinden kâğıt kalem, deminden beri, camileri gezecek grupla,
türbeleri inceleyecek grubu ayırmaya çalışıyordu. Ayağa kalkıp “öhö öhö” dedi.
Bir kere söz başladı mı, isterdi ki, herkes kulak kesilip onu dinlesin.
Listedeki isimleri birer birer okudu. Gruplar kuruldu. Birinci grup yola
koyuldu. İkinci de hazırlanıyordu.
Hâlbuki
ben, şu hulyalı İznik sabahı, yere sırt üstü yatıp masmavi gökyüzüne bakarak
kafama üşüşen hayallere geçit resmi yaptırmak, sonra da hasırın üstüne bağdaş
kurup yaralı leyleğin hikâyesini yazmak istiyordum.
Hocanın
elime sıkıştırdığı kara kaplı Gabriel, Dietz, Otto Dorn koltuğumda, güzel
havada mektebi asamamış bir ilkokul öğrencisi somurtkanlığı ile kafileye
katıldım.
Böylesi, belki
de hayırlı oldu. Çünkü bıraksalar orada oturup, yaralı leyleğin hüsranı ile
insanoğlunun kaçınılmaz kaderi arasında benzerlikler bulan, başımdan büyük bir
hikâye yazmaya kalkacak, yüzüme gözüme bulaştıracaktım. Hikâyemin son cümleleri
kafamda hazırdı bile. Yazımı şöyle bitirecektim:
“Bütün
çabalar boşuna… Ne yaparsa yapsın, istediği kadar havalanacağım diye çırpınsın,
sonunda insanoğlu da yaralı leylek gibi rezil ve perişan yan üstü toprağa
yuvarlanmıyor mu? Kaderlerimiz aynı: Uçamayacağını bilmek, yine de uçmaya
yeltenmek.”
Evet,
hiç lüzumu yokken, bu yolda acıklı ve kötümser bir hikâye yazacaktım. Hoca
çağırınca yazamadım. Hikâye yerine, o günümü Mahmud Çelebi Camii’nin kapı
kitabesi, Yakup Çelebi Zaviyesi’nin tuğla tezyinatı, Nilüfer Hatun İmareti
avlusundaki sütun başlıkları arasında tükettim.
Yarın
da İsmail Bey Hamamı’nın kesitini çıkaracağız…
Haldun Taner
1-Öyküde, altı çizili olan sözcüklerin
(ameliye, kinaye, huşu, nirengi, nirengi noktası, teveccüh, ihtiyatlı, kadit,
kolonyal, alil, övür olmak, caka, biteviye, zillet, serazat, hışır) anlamlarını
sözlükten araştırıp sözcüklerin metindeki anlamlarını ve kökenlerini yazınız.
Ameliye:işlem,Arapça Alil:sakat,Arapça
Kinaye:Değinmece,Arapça Övür olmak:-
Huşu:Gönlü
tanrı korkusu ve saygısı ile dolu olma,Arapça
Nirengi-Nirengi
noktası:Belli sayıda noktanın konumunu kesin olarak tespit edebilmek
için,bir alanı üçgenlere bölme işi,Farsça
Zillet:Aşağılanma,Arapça
Kolonyal:Sömürgede
olan,Fransızca Biteviye:Tekdüze
Teveccüh:Yakın ilgi
gösterme,Arapça Caka:gösteriş,kabadayı,İtalyanca
İhtiyatlı: Herhangi bir konuda
ileriyi düşünerek ölçülü davranan
Kadit:Çok zayıf,Arapça Serazat:özgür,Farsça Hışır:Sersem
|
2- Öyküde, “Tıpkı Hephaistos
gibi desenize,” diye söylendi. “Ama pardon, onu anası Hera değil de, babası
Zeus atmıştı yeryüzüne.” cümlesinde geçen Hephaistos’u Mitoloji
Sözlüğü’nden araştırıp öykünün içeriğiyle bağlantısını yazınız.
Hephaistos, Zeus ile Hera’nın oğlu olarak bilinmesine rağmen
babası Zeus annesi Hera ile kavga ederken Hephaistos annesinin tarafını
tutmuş, buna kızan Zeus oğlunu Limni Adasına fırlatmış ve Hephaistos bu
yüzden sakat kalmıştır.
|
3- “Leyleğin arkasından bakan Çopur kahveci:
‘Yap numaranı, al paranı’ diye söylendi. Hep böyle yapar bu
namusuz… Uçamayacağını bilmediğinden mi? Burada kalabalık gördü ya, sırf
kendine acındırmak için. (…)
Gezimize konuk olarak
katılan öbür bölümün profesörü;
‘Kafese kapatılan
bülbül, uçamayan yaralı kartal… Bütün bunlar az şiire mi konuk olmuştur’ dedi.
‘Söylesene asistan efendi. Senin az buçuk edebiyatçılığın da vardır.’
‘Öyledir
efendim” dedim. ‘Hakkınız var.’
‘Baudelaire’nin
böyle bir şiiri olacak yanılmıyorsam’ diye öbür doçent atıldı. ‘Ne idi bakayım
onun adı?’
Dame de
Sion’dan çıkma bir öğrenci:
‘Albatros’ dedi. ‘Çok
güzel şiirdir.’”
Öyküden
alınmış yukarıdaki diyaloglardan hareketle, farklı kesimden gelen kişilerin
belirli durumları yorumlayışlarındaki farklılığın nedenleri neler olabilir?
Yazınız.
Eğitim ve
kültür farkı, yaşanılan sosyal çevre belirli durumları yorumlayışlarda
farklılığa neden olabilir.
|
Albatros
Tayfalar çoğu zaman tutar eğlenmek için
Albatrosları, bu iri deniz kuşlarını,
O acı girdaplarında kayıp giden geminin
Ardındaki tasasız yol arkadaşlarını.
Döşemeler üstüne bırakıldıklarında,
Bu acemi, utangaç mavilik kralları,
Çekilen kürek gibi hep aynı başlarında
Yorgun düşer kocaman ve beyaz kanatları.
Nasıl da zavallı ve toy bu kanatlı yolcu!
Eskiden ne güzeldi, gülünç ve çirkin oysa!
Biri taklit ederken topallayarak onu,
Pipoyla gagasını dürter bir başka tayfa!
Şair de benzer elbet bulutların prensine
Fırtına ile yoldaş, ok atana alaycı;
Yuhalanarak sürgün edilmiş yeryüzüne,
Yürümesini önler onun dev kanatları.
Albatrosları, bu iri deniz kuşlarını,
O acı girdaplarında kayıp giden geminin
Ardındaki tasasız yol arkadaşlarını.
Döşemeler üstüne bırakıldıklarında,
Bu acemi, utangaç mavilik kralları,
Çekilen kürek gibi hep aynı başlarında
Yorgun düşer kocaman ve beyaz kanatları.
Nasıl da zavallı ve toy bu kanatlı yolcu!
Eskiden ne güzeldi, gülünç ve çirkin oysa!
Biri taklit ederken topallayarak onu,
Pipoyla gagasını dürter bir başka tayfa!
Şair de benzer elbet bulutların prensine
Fırtına ile yoldaş, ok atana alaycı;
Yuhalanarak sürgün edilmiş yeryüzüne,
Yürümesini önler onun dev kanatları.
Charles Baudelaire (Çeviren, Ahmet Necdet)
4- Öyküde adı geçen
Baudelaire’in Albatros şiirinde ne anlatmaktadır ve bu şiirle İznikli Leylek
arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir? Yazınız.
Denizcilerin
sırf eğlenmek için albatroslara yaptıkları sevimsiz ve zedeleyici şakalar
anlatılmaktadır. İznikli leylek de zaman zaman kahvaltı etmek için hana gelen
müşteriler tarafından taciz edilmektedir.Kuşların doğasına aykırı hareketler sanırım
onları rahatsız eder.
|
5-“Uçabilse
öbürlerinden başka bir leylek olmayacak, üzerinde fikir yürütüp, hakkında
hikâye yazılmayacaktı. Kaldı ki, o takdirde daha mesut olacağı da söylenemez.
Çünkü, öyle değil mi, yeryüzünde hiçbir şey, istediğini ele geçirmek kadar
hayal kırıcı değildir.”
a)Öyküden
alınmış yukarıdaki parçadan hareketle, edebiyat metinlerine konu olan kişilerin
özellikleri hakkında neler söylenebilir? Açıklayınız.
Edebiyat metinlerine konu olan kişiler bazen fiziki bazen de
ruhsal açıdan diğer insanlardan farklıdırlar. Böylelikle onlar hakkında
yazılan metinler okuyucunun dikkatini daha çok çeker.
|
b) Yukarıdaki parçanın son
cümlesinde (“Yeryüzünde
hiçbir şey, istediğini ele geçirmek kadar hayal kırıcı değildir.”)
yazarın ne ifade etmek istediğini açıklayıp bu düşünceyi işleyen bir metin
oluşturunuz.
İstediğimiz bir şeyi elde
edince artık ona olan özlemimiz,merakımız biter. Yeni arayışlara yeni
bilinmeyenlere doğru yola çıkarız. Bazen de elde ettiğimiz şey hayal
ettiğimiz gibi çıkmaz, bu da bizde hayal kırıklığı yaratır.
|