1-Aşağıda verilen deyimlerin anlamlarını
açıklayıp birer cümlede kullanınız.
A-Ekmeğine yağ sürmek
Açıklama:
Birine veya bir İş'e ister istemez faydalı olmak (olumlu veya
olumsuz)
Örnek Cümle: İş görüşmesine gitmemekle, diğer Başvuru
yapanların Ekmeğine yağ sürdüm.
B- Aba altından sopa göstermek
Açıklama: Gizli, açık tehdit etmek.
Örnek Cümle: Aba altından sopa göstererek, neyi
kast ettiğini anlattı. x
C- Kim kime dum duma
Açıklama: Kimse kimsenin umurunda değil / Herkes
kendi halinde (duyarsız) x
Örnek Cümle:
Kim Kime dum duma… Dünya hali işte.
C- Gözü açık gitmek
Açıklama: İstediklerini sonlandıramadan /
göremeden vefat etmek
Örnek Cümle: Kızının evlendiğini göremedi,
maalesef gözü açık gitti.
2- Aşağıda birinci sütunda verilen
deyimleri, ikinci sütunda verilen açıklamalarla eşleştiriniz. Uygun harfleri
ilgili kutucuğa yerleştiriniz.
1.
|
Deyimler
|
2.
|
Anlamları
|
A
|
Ekmeğine kan doğramak
|
C
|
Parasını bitirmek, zarar edip
batırmak.
|
B
|
Eli uzun
|
E
|
Hiç parası olmamak
|
C
|
Sermayeyi kediye yüklemek
|
F
|
İlerlemeyen, gereksiz bir işle
uğraşmak.
|
D
|
Leyleği havada görmek.
|
D
|
Çok gezmek.
|
E
|
Meteliğe kurşun atmak
|
A
|
Bir kimseyi acılar, gözyaşları
içinde bırakacak davranışta bulunmak.
|
F
|
Pösteki saymak
|
B
|
Fırsat buldukça öteberi aşıran.
|
3-Aşağıdaki tümcelerde “ağız” sözcüğünün, kullanıldığı yerlere göre
kazandığı anlamları altındaki kutucuklara yazınız.
“Ağızları kopmuş
bir çay takımının arasına gizlenmiş, koyu renkli bir cildi oradan alarak bana
uzattı.”
Çay
takımının ağıza alınan yerinin kırık olması.
|
“Yemek yerken sürekli ağzını
şapırdatması sinirime dokunuyordu.”
Asıl
anlamı olan Organ kast edilmiştir.
|
“Ertesi gün bazı gazeteler, bu haberi, yarı resmî bir ağızla yalanladılar.”
Konuşma biçimi.
Ne çok ciddi ne de çok alaycı.
|
“Anlaşılmaz, garip köylü ağızlarıyla konuşuluyordu.”
Şive /
Dilin bir alt kavramı
|
“Düne kadar Türkiye ekonomisinin kırılgan
olduğunu söyleyen piyasa profesörleri, bugün gerçekleri görerek ağız değiştirdi.”
Konuşma biçimini farklılaştırmak
|
4-Aşağıdaki tümcelerde “bırakmak”
sözcüğünün kazandığı anlamları, boşluklara yazınız.
a.Kitapları
şuraya bırak : yerleştirmek (düzenli veya düzensiz), koymak
|
b.Ablası,
okulu bırakmış : terk etmek
|
c.Sigarayı
ben de bıraktım : vazgeçmek, uzaklaşmak
|
d.Beni
sınıfta bırakamazsınız artık : geride kalmak/bırakılmak x
|
5- Aşağıdaki metinlerde altı çizili sözcüklerin, metinde hangi
anlamda kullanılmış olduklarını sözlük kullanmadan yazınız.
a)“Turna katarları geçiyordu gölün üstünden, gölgeleri maviye
düşerek. Van Gölü günün her anında bir renk cümbüşüne yunup
arınıyordu. Bir bakmışsın göl bir anda som
turuncuya kesmiş, bir turuncu şimseği gün doğudan girmiş, günbatıdan çıkmış.
Bir turuncu düşü gibi. Ve peri kızının başı turuncu şimşeğinin, dalgasının
üstünde. Bir bakmışsın gölün bir ucundan bir mor şimşeği girmiş, bütün gölü som
mora boyayarak öteki uçtan çıkmış, ak köpüklü dalgalarla bütün gölü
sürükleyerek Süphandağı’nın oralardan çekmiş, ağzına kadar çiçekle, turnalarla
dolmuş Patnos Ovası’nda durup kalmış. Bir bakmışsın göl som kırmızı
çalkalanıyor, bir yanı dupduru bir maviye keserek…”
(Yaşar
Kemal, Kimsecik)
Katar: Sürü
Cümbüş: Çeşit (Buluşma) x
Yunmak: Yıkanmak
Som: güçlü, yoğun
b) “Tanyerleri ışıdı ışıyacaktı. Deniz
sütlimandı, apaktı.
Küreklerin şıpırtısından başka ses yoktu. Martılar daha uyanmamıştı. Gün
doğmadan önceleri, dünya dümdüzken, deniz işte böyle sonsuz bir aklığa keser.
Poyraz
Musa dün akşamdan bu yana hemen hemen hiç soluk almadan, ince, telaşsız bir
uyumla kürek çekiyordu. Kimi zaman belli belirsiz bir yel esiyor, sonra
yitiveriyordu. Delikanlının ter kokusuna küreklerden gelen deniz kokusu
karışıyordu. Yorulmuştu ya aldırmıyordu. Denizin de apak kesildiğini görünce
avuçlarının acıdığını, yorgunluğunu, her şeyi unuttu. Seher yeliyle birlikte
içine, onu alıp uçuran bir sevinç geldi oturdu. Akşamdan beri sanki kürek
çekmiyormuşçasına birden canlandı, küreklere asıldı, altındaki kayık uçuyordu.
Deniz daha sütbeyazdı. Kayık, kürekler, gökyüzü, yıldızlar da apaktı. Poyraz
Musa da tepeden tırnağa apaktı. Karşı dağların ardı aydınlanınca deniz menevişledi. Denizin üstünde çok
mor, çok turuncu, çok yeşil, çok sarı, çok kırmızı ışıklar kaynaşmaya başladı.
Poyraz Musa, başını kaldırıp karşıya bakınca az ilerdeki adayı gördü, hızını
kesti, kayığı durdurdu, ayağa kalktı, kollarını açtı, derin bir soluk aldı,
kayık sağa sola hafiften sallanıyordu. Bir tansıkla
karşı karşıyaydı. Ada pespembe bir ışığa batmıştı. Pembe ışık denize yansımış
inceden dalgalanıyordu.” (Yaşar Kemal, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Bir Ada Hikayesi 1)
Sütliman: sakin, düz
Meneviş: farklı bir hâle bürünmek x
Tansık: doğa üstü Mucize
c)“Toplandı, önce dudağı geldi eski yerine; ama gözlerinde o bulaşıklık güç arındı. Okuması
kötü değil. Ben gözlerine bakıyorum. Yeşil, yeşil ya, çipil bir yeşil bu. Tatsız. Nasıl denir? İşte kurbağa
yeşili, soğuk. Ergenlikleri de var. İnce keskin dudakları. Ne çirkin çocuk.
Çirkin ama bir çocuk körpeliği var onda, ya da bir genç erkek duyarlığı.
Bacağımı ondan yana uzatsam diyorum. Uzattım. Kıpırdarken dizi bacağıma
süründü. Bir kelimeyi yanlış okudu.
•
İyi bak o kelimeye,
dedim.
“Düzeltti. Yüzüne kan çıkıyor. Şimdi kalksam, arkasına geç-sem,
kitaba eğilsem, göğsümü sırtına bastırsam. Kıpırdamıyorum. Ağır bir hava var
odada. Oysa ilkyaz daha. Bungun, ağır, sıkıntılı bir hava
bu. Necati hep okuyor. Kurbağa sesi gibi. Nasıl da benziyor kurbağaya. Bir
tiksinti, bir bulantı kabarıyor içimde. Kendimden iğreniyorum. Ses kesildi.
Kalktım pencereyi açtım. Şu sıkıntılı hava dağılsın. (Yusuf Atılgan, Evdeki)
Bulaşık: belirsiz, çaresiz, itici
Çipil: kirli, sönük
İlkyaz: yazın başı
Bungun: sıkıntılı, bıkkın
d) “Ölümünün
üzerinden şu kadar yıl geçmişti. Geceleri -geç vakit- odama girdiğimde duyarlığımın titreyerek,
ürpertiyle beklediği bilinmez bir çıtırtı, yürürken kağşayan döşeme tahtalarının çıkardığı belirsiz bir inilti,
birdenbire, kocaman bir korku gibi, saklandığı yerden çıkarıyor, yeniden
yaşatmaya başlıyordu onu. Karanlık, onu daha da duyulur, görülür kılıyordu
sanki. Bunu önlemek için eve girince oda kapısının önünde bir an bekliyor,
sonar kapıyı açar açmaz ilk işim, gözlerimi yumup kapının girişindeki elektrik
düğmesine basıp ışığı yakmak oluyordu. Biraz bekledikten sonar yüreğimin delice
atışları arasında, onsuz olmasını dilediğimi odayı –evet- onsuz
buluyordum.” (Erdal Öz, Odalarda)
Duyarlık: hassas, yoğun algılamak
Kağşamak: esneklik x
e) “Saçmalıyordum.
Sürücünün filmini şıpın işi
çevirmiştim ya, şimdi de kaset üzerine sabukluyordum.
Oysa o sabaha dek –haydi, düşleri saymayalım- kendimi akıllı uslu bir adam
bilmiştim. İş işten geçecekti ama-biri kulağıma fısıldıyordu sanki- kötülükten
–her neyse o- korunmanın bir yolu vardı belki. Kaseti, bakmamın beklenebileceği
bir saatten once ya da sonra izlemek gibi. Ya da ‘yeri geldiğinde’ cama değil,
oradaki kişinin baktığı yere bakmak gibi… Yani, filmdeki kişi bana baktığı
anda, onun baktığı yere, herhalde arkama bakmak… yazılmamış bir polis romanının abuk sabuk bir
kişisi olarak ‘akıllıca’ davranmağa mı çalışıyordum, beceremediğim halde?
Kendimi, belli etmeden, çimdiklemem gerekiyordu. Bütün bunlar bir düşte
miydi?... hayır, uyumuyor, düş görmüyordum. ‘Ses mi gelir oldu kulaklarıma?’
tedirginliğim nasıl artmasın bu halime baktıkça? Kaseti usuma getirmekte neden sanki gecikmiştim o kadar? Bu –durup
dururken- kayıverişimde, sürücünün payı var mıydı?”
(Bilge Karasu, Kılavuz)
Şıpın işi: aniden, çabuk
Sabuklamak: saçmalamak
Us: Akıl